HANGİMİZ DEĞİLİZ Kİ…
YABAN DİYARLARDA YABANCI

         “Siz Tanrı’sınız, ben Tanrı’yım ve groklayan her şey Tanrı’dır.”
            Stranger in a Strange Land, dilimize çevrilen ismiyle Yaban Diyarlarda Yabancı yukarıdaki afili cümleyle kendisine okuyucu arıyor. Nasıl? Etkilendiniz mi? Ben pek etkilenmemiştim. Neyse…
            İthaki Bilimkurgu Dizisi’nin 40. kitabını biz seriyi takip edenler büyük bir heyecanla bekliyorduk. Çünkü Türkiye’de yayımlanan en uzun soluklu(kitap sayısı bazında) bilimkurgu dizisinin sahibi olan sevgili İthaki çalışanları kırkıncı sayı için bize “çok önemli” bir kitap sözü vermişlerdi. Bu kitap nihayetinde Yaban Diyarlarda Yabancı olarak açıklandı. Dolayısıyla hepimiz sevindik, mutlu olduk, koştuk ve kitabı aldık. Biz İthaki’den bu açıdan razıyız. Bu arada kitabın pek de eski olmayan bir Artemis baskısı da var ama bulabileniz çıkar mı emin değilim.
            Kitabın yazarı Robert A. Heinlein ile tanışmamız aslında biraz önce bahsettiğim bu Artemis edisyonu ile gerçekleşmişti. Şimdi ben amatör bir kitap toplayıcısı olduğumdan baskısı bitmiş, özellikle de fantastik ve bilimkurgu kitaplarının bir numaralı –bir olmasa da ona yakın- takipçisiy(d)im. Yaban Diyarlarda Yabancı da yine radarıma yakalanmış kitaplardan biriydi. Velhasıl-ı kelam ben kitabı bulamadım ama İthaki, Heinlein kitapları basmaya başladı. Ben de sırasıyla Yıldız Gemisi Askerleri ve Ay Zalim Bir Sevgilidir kitaplarını okudum. İkisi de işledikleri konuları kesintisiz, aksatmadan, amaçları neyse okuyucuya onu vererek tam kararında başlayıp bitiren kitaplardı. Heinlein bu yönden bana göre diğer Altın Çağ yazarları Asimov ve Clarke’tan da üstündür. İşte belki bu Heinlein hayranlığım, belki de kitap hakkındaki olumlu yorumlar bende Yaban Diyarlarda Yabancı hakkında çok büyük bir beklenti oluşturdu. Peki, beklediğimi aldım mı? Orası biraz karışık…
            Yaban Diyarlarda Yabancı, Dünyalıların Mars’a seferler düzenleyebildikleri, orada koloni kurabildikleri bir zaman diliminde geçiyor. Kitabın ana karakteri Valentine Michael Smith bu seferlerin ilkinde Mars’a gönderilen kolonistlerden doğma ilk Marslı insan bebek. Fakat bir şekilde Mike daha bebekken ilk kolonideki herkes ölüyor ve Mike’ın bakımı Mars’ın yerli halkına kalıyor. Marslılar Mike’ı kendi halklarından biri gibi yetiştiriyor, eh, bir insan ne kadar Marslı olabilirse o kadar yetiştiriyorlar. Gel zaman geç zaman insanlar Mars’a ikinci bir koloni gönderiyor ve bu ikincil kolonistler Mars’ta bizim eleman Michael’ı buluyor. Michael ilk uçuşla anavatanına(!), Dünya’ya geliyor. Olaylar gelişiyor…
            Kitabın ilk yarısı diyebileceğim yaklaşık 300 sayfalık bölümde anlatılanlar yüksek doz zeka işi. Şöyle ki: Dünya’dan gönderilen ilk kolonistler özenle seçilmiş kişilerden oluşmakta. Aileleri köklü, tanınan kişiler ve halihazırda çok zenginler. Bütün bunların yanında yasalar bu ilk kolonistlere, Mars’ın üzerinde neredeyse sınırsız mülkiyet hakkı tanıyor. Fakat ilk koloninin yok oluşu Dünya hükümetleri tarafından bilindiği için ikinci koloniyi hukuki açıdan kendi işlerine gelir şekilde gönderiyorlar. Dünya’dakiler Mars’ın kaynaklarını gözlerinin önüne getirip ellerini ovuştururken evdeki hesap çarşıya uymuyor. Bizim oğlan Mike, dünyalı istilacıların karşısına, vasi ailesi Marslıların da izniyle, çıkıp “abiler ben de dünyalıyım, nasıl yapsak ki şimdi” diyor. Tabii Dünya’da ortalık karışıyor. Hükümet yetkilileri Mike’ı anavatanına davet ediyor, Mike da kendisine Marslılar tarafından verilen “çok” gizli ve önemli bir görevle Dünya’ya dönüyor. Şey, aslında tam dönmek denmez. Neticede doğum yeri Mars ama her neyse…
            Mike’ın Dünya’ya gelişi insanlardan gizlenilmek isteniyor fakat mümkün olmuyor. Dolayısıyla Mars’tan gelen bu insan evladı Dünya üzerindeki bir numaralı merak ve haber konusu oluyor. Yalnız Dünya büyüklerinin Marslı bu insanı birilerine göstermeye pek niyeti olmuyor. Mike  bu kimselerce gizleniyor, insanlardan kaçırılıyor, pratikte hapsediliyor. Eh böylece de başlıyor küçük insanların büyük kaosu.
            Yukarıda belirttiğim olaylar kitapta çok az bir yer kaplıyor, dolayısıyla spoiler yok. Buradan sonra da olaylardan bağımsız konuşmaya çalışacağım, yani spoiler hiç olmayacak. Evet.
            Yaban Diyarlarda Yabancı aksiyon, macera, vurdulu kırdılı bir roman değil. İlk yarısı entrikaların, medya gücünün, hukuki ve siyasi pis işlerin gösterilmeye çalışıldığı; ikinci yarısı itibariyle ise aile dahil bütün kurumlara, dinlere ve mülkiyete bir eleştiri diyebilirim. Dedim işte. Biraz anarşistlik var hamurunda. Zaten yazıldığı dönem az sansür de yememiş. Kitabın belli fikirler üzerinde durması ve bu yönüyle öne çıkması okuyucuları arasında “bu kitap bilimkurgu değil” gibi tartışmalar da yaratmış. Kitabın sonlarına doğru yaptığı çıkarımlar ile vermeye çalıştığı mesajlarla bu görüş ayrılıkları anlaşılabilir ama bence gereksiz. Her bilimkurgu olay temelli olacak diye bir kaide yok. Ursula teyzemi okuyun.
            Kitabı iki yarı olarak konuşup bitirmek niyetindeyim. İlk yarısında, Mike’ın gelişi temelli Dünya ile Mars’ın kültürel, sosyal ve ekonomik farklılıkları üzerine tam bir “yaban bir diyara gelmiş yabancı” resmediliyor. Hani zeka işi dedim ya, bu farklılıkları “kötü dünyalı” mesajları ile birlikte Mike’ı savunan taraf ve diğerleri arasında geçen ayak oyunları ile anlatıyor yazar.  Bu noktada yaşlı bilgin Jubal çok güçlü bir karakter. Jubal’ın etrafındaki kadınlar da ilk bakışta kudretli gibi gözükse de bence genel olarak ataerkil bir anlatım var kitapta. Kadınlar nasıl olursa olsun erkeklere muhtaçlar fikri ve benzeri şeyler. Kitabın bu ilk yarısında Yabancı’mız Mike anavatanını tanımaya başlıyor, görevi için durmadan grokluyor ve görevini nihayete erdirdikten sonra Marslı ebeveynleri tarafından serbest bırakılıyor. Ki bu ilk yarı, Heinlein’in diğer kitaplarındaki giriş, gelişme, sonuç bütünlüğü açısından bence başarılı. Yazar romanın ismiyle okuyucunun aklında belirenleri, kesintisiz ve güzel bir biçimde anlatıyor bence. Başarılı, güçlü ve tatmin edici…. Gelgelelim Heinlein bizimle aynı fikirde değil.
            Kitabın ikinci yarısı özgür, Dünya vatandaşı Mike’ın anavatanını tanımak için yollara düşmesiyle başlıyor. Mike’ımız çeşitli topluluklarla etkileşime geçiyor, aralarında yaşıyor, öğreniyor, öğretiyor. Döne dolaşa yolu sonunda, en baştan beri dikkatini çeken kiliseye düşüyor. Bu noktada kitabın rengi değişiyor. Hatta sevimsizleşiyor. Okuması güçleşiyor ve kendi tecrübemle zorlaşıyor da. Bu ikinci kısımda Heinlein Efendi kitabın rotasını çok uzaklara çeviriyor. Nihayetinde de bence pek akıllıca bir iş yapmıyor. Elimizde yapıca olmasa bile anlatım ve fikren birbirinden bağımsız bir roman kalıyor. Bu demek olmuyor ki ikinci yarısı pis, kötü, saçma. İkinci yarıda anlatılanlar da üzerine düşünülmüş ve zeki fikirler. Ama işte alakasız be ağabey… Sağlık olsun.
            Kendi düşüncelerimden bağımsız olarak kitapla ilgili birkaç kısa bilgi de vereyim. Öncelikle kitap 1962 yılı Hugo Ödülü’nü almıştır ki önemli bir ödül. Sonracığıma kitabın “Yüzüklerin Efendisi” ile birlikte altmışlar jenerasyonunun başucu kutsal kitabı olduğunu bilmek gerekir diye düşünüyorum. O hippicilik hep bu kitaptan olabilir, fikren uygun. Eh son olarak, bu bilgi değil bir spekülasyon. Meşhur kült kurucusu, birçok cinayetin azmettiricisi Charles Manson’ın yaşamını bu kitaba paralel bir şekilde yaşadığı düşünülmekte. Kitabın ikinci kısmında Mike da Manson gibi bir kült oluşturuyor. Böyle de bir şey var yani, umurunuzda olursa.
            Son söz olarak: Yaban Diyarlarda Yabancı ilk yarısıyla müthiş bir roman fakat ikinci yarısındaki anlatılanlar her ne kadar çarpıcı olsa da bu durum kitabın bütünlüğü açısından başarısız bir girişim gibi olmuş diyorum.

Rut böyle buyurdu işte…. Saygılar.


NOTLAR

Editörüme göre yazının heyecanı meyecanı yokmuş. Eh haklı bir eleştiri.

Yazıyı kitabı okuduktan yedi ay sonra bitirdim. Dolayısıyla eksik, gedik, hatalı kısımlar olabilir.







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar